SİHİRLİ ŞARAP
Daha düne kadar bir dolu saçım vardı. Evet, belki inanmayacaksınız, çünkü sizler beni o gür ve uzun saçlarımla tanımadınız hiç. Bu adam kel doğdu sanırsınız di mi? Oysa değil işte! Bütün dazlakları çatlatacak kadar saçım vardı benim. Her sabah uzun uzun tarardım; aynaya bakıp şöyle arkaya doğru okşardım ellerimle. “Ne kadar yakışıklısın ulan” derdim.
Ne olduysa yılbaşı gecesi oldu. Şöyle felekten bir gece çalalım, hep beraber eğlenelim demiştik arkadaşlarla. 15-20 kişi bizim evde toplandık o gece. İçkiler, mezeler vs. Ben de takmışım kafama, bu akşam sarhoş olacağım diye. İyisinden üç dört şişe şarap benim payımdır diyerekten ayırdım bir kenara. Gece oldu, saatler ilerledi, yeni yıla girildi. Şaraplardan ikisini bitirmişim. Eh, herkes havasında, sohbetimiz iyi, mezeler güzel… Saatler ilerledikçe ikinci şişenin dibini buldum. Arkadaşlar birer ikişer gitmeye başladılar.
Her neyse, onlar giderlerse gitsin. Benim bir şişe şarabım daha var. Biraz da yalnız demlenirim diyerek, tanıdık bakkalın depodan çıkartıp verdiği yirmi senelik son şarabımın yanına gittim. Usulca elime alıp okşadım.
Tam oda sıcaklığında, koyu kırmızı, yirmi senelik güzel şarabım. Benim sevgilim olur musun? Gel öpüşelim seninle. İstersen gezelim, dans edelim sevişmeden önce.
Usulca mantarın üzerindeki kağıdı çıkardım. Tirbüşonu elime alıp mantarı açmaya niyetlendiğim anda bir se “sakın yapma” dedi.
-Kimsin sen?
-Ben elindeki şarabım.
-Yaa, sen beni sarhoş zannettin, dalga geçecen di mi? Hem sesini tanımadım mı sanıyorsun. Bırak bu numaraları da çık ortaya artık.
-Ben Ahmet falan değilim. Numara yaptığım da yok. Ben kırmızı şarabım. Sakın açma beni. Beni kapalı tutarsan ömür boyu dökülmez saçların. Açıp da içersen eğer, bir gecede kel olursun.
-Aman Ahmet, sıktın artık. Sesini tanıdım işte. Böyle saçma numaralarla beni bu şaraptan mahrum edebileceğini sanıyorsan aldanıyorsun. Yemezler oğlum. Hadi gel buraya da, bir kadeh de sen iç.
-Ve aynı anda tirbüşonu mantara batırdığım gibi çevirmeye başladım.
-Yapma sakın. Yapma! Sakın, sakın. Sakın, sakın, sakın…
Plofff. Oh be. Mis gibi kırmızı şarap. Yirmi yıllık. Çabucak bitiriverdim. Numaracı Ahmet. Sana zırnık koklatmıycam.
Koltuğun üzerine sızıvermişim. Ertesi gün bir zil sesiyle uyandım. Saat, telefon ya da kapı zili mi diye düşünürken birkaç dakika geçti. Kapıyı açtığımda sevgili dostum Ahmet’le karşılaştım.
-Şey, rahatsız ettim. Sami içerde mi acaba?
-Ulan Ahmet sarhoş musun hala? Karşındayım ya!
-Sen misin? Ama, ama saçların. Saçlarına ne oldu?
-Ne olmuş saçlarıma?
-Hiiç, sadece yok olmuş.
Hemen içeri koştum. Ayna da Ahmet’le aynı fikirdeydi. Tek bir tel bile kalmamış. Halbuki daha düne kadar bir dolu saçım vardı.
Şarap şişesine iyisinden bir kırmızı doldurdum. Yeni mantar taktım. Kağıdını bile yapıştırdım. Hala yalvarıyorum:
-Bak ben sana şarabını geri verdim; sen de benim saçlarımı geri ver ha, ne dersin?