MEYHANE
Beyoğlu’nun araka sokaklarında küçük, şirin bir meyhane vardır. Belki bilirsiniz. Topal Ali’nin yeri derler. Geleni gideni pek değişmez. Herkes tanır birbirini bu meyhanede. Topal Ali eskiden balıkçıymış bir Akdeniz kasabasında. Ciğerlerine havayı doldurdu mu yirmi kulaç dibine inermiş denizin. Bir de sevdiği varmış kasabada. Uzun siyah saçları, kalın kaşları, zeytin rengi gözleri varmış Zeynep’inin. Bir gün balığa çıkmış gene Ali. Sonra birden rüzgar denizin altından esmeye başlamış, uçurmuş tekneyi. Bir büyük ticaret gemisi kurtarmış Ali’yi ama tekrar kasabaya dönene kadar altı ay geçmiş. Zeynep ise onu öldü bilirmiş. Civar köyden bir toprak ağası oğluna istemiş Zeynep’i, vermişler. O günden sonra Ali kasabada durmamış. Babadan kalma eviyle emektar sandalını da satıp İstanbul’a gelmiş.
“işte böyle kuzum ya” diyerek anlatır Tolap Ali. Onun hikayesini bilmeyen yoktur. Defalarca dinleyenler bile sıkılmazlar bu hikayeden. Her seferinde “vay be! seninkisi roman be kaptan” diyerek kadehleri tokuştururlar.
Topal Ali’nin meyhanesi küçüktür. Beyaz boyalı duvarları deniz manzaralı resimlerle doludur. Duvarların birinde eski püskü büyükçe bir balık ağı asılı. Bu ağın üzerinde deniz kabukları, deniz kestanesi, deniz yıldızları gibi çeşitli şeyler takılmış. Tahta masalar örtüsüz. Bunları 18 sene önce iskemlelerle birlikte Topal Ali yapmış.
Meyhanede yalmız içki içilir. Bir de beyaz peynir ve mevsiminde kavun var. Bazen kuruyemiş de bulunur. Yani alacak para varsa olur, yoksa olmaz.
Meyhanenin tahta kapısı bir kere daha gıcırdadı. Altmış, altmış beş yaşlarında kır saçlı bir adam tek boş masaya oturdu. Bir küçük rakı, kavun ve beyaz peyniz istedi.
Topal Ali’nin meyhanesinde herkes yeni müşteriye bakıyordu. “niye gelmiş ki bu adam buraya”? diye düşündüler. Giyiminden kuşamından hali vakti yerinde biri olduğu anlaşılıyordu.
Meyhanese fısıltılar kulaktan kulağa yayıldı.
-Yahu hem yaşlı, hem paralı, hem de yabancı.
-Casus falan olmasın?
-Ne casusu lan.
-Ne bileyim işte, bi garip de hani.
-Büyüklerden mi acep?
-Yok canım, sanmam. Baksana, şişenin dibini buldu bile.
-Bi derdi var besbelli.
-Aşıktır garibim.
-Hastir ulan, bu yaşta mı?
-Aaa, şuna bakın, ağlıyor yahu.
-Evet, evet ağlıyor.
Yaşlı adam sessizce ağlıyor, arada bir elinin tersi ile gözyaşlarını siliyordu.
Topal Ali raftan bir büyük çıkardı. Kır saçlı adamın masasına koydu.
-Benim ikramım amca. İstediğin kadar iç. Bunca yıldır buradayım, senin gibi hızlı içenini görmedim. Helal olsun sana be!
-Sağol evlat, buyur otur.
Topal Ali bir bardak da kendisine aldı.
-Evlat, kaç yaşındasın sen?
-Kırk falan var herhal. Bizim kafa kağıdı sonradan çıkmıştır da. Aşağı yukarı işte.
-Ben yetmişe merdiven dayadım. Perdeyi kapatmak üzereyim artık.
-Öyle deme be yahu. Sende daha çok iş var. Şerefe!
-Şerefe!
Meyhanede herkes hazırdı. Bir ağızdan bağırdılar. Şerefe! Birer ikişer yerlerinden kalktılar, gecenin yeni konuğu etrafında sıralandılar. Topal Ali kendi hikayesini anlatmaya başladı. Ama bu seferki sanki farklı idi. Hikayeyi ezbere bilenler bile pür dikkat kesildiler. Zeynep’i anlatırken yutkundu Topal Ali. Dolu dolu oldu gözleri. Kadehler boşaldı.
Yaşlı adam gözlerini duvardaki balık ağına dikti ve ağın delikleri arasından geçmişe doğru uzandı.
-En sevdiğim şeydi gençliğimde meyhaneye gitmek. Arkadaşlarla oturur, geleceğe kadeh kaldırırdık. Sonra yavaş yavaş hepimiz evlendik. Kaç sene oldu eskisi gibi meyhaneye gitmeyeli. Dedim ya, eskiden geleceğe içerdim; bugün ise geçmişe içiyorum.
Meyhanede herkesin bir lakabı vardır. Kimilerinin gerçek isimleri bilinmez. Belki kendileri bile unutmuştur isimlerini artık. Öylesine benimsenmiştir bu lakaplar. Nedense lakabı “tosun” olan sıska meyhane gediklisi lafı aldı.
-Bizim geçmişimiz pek öyle parlak değildir. Hatırlamaya, üzerine içmeye değmez ki. Çoğumuzun geleceği de yoktur. İki büyük bile gelecek veremez bizim gibilere. Bu sebepten bizler daha çok bugüne içeriz.
“Haklısın belki” dedi yaşlı adam. Ağır ağır devam etti.
-Ama ben tükendim artık. Ölmek üzereyim, hissediyorum. Oysa ki bunu istemiyorum. Gençliğimi, eski neşemi, hatta çocukken oynadığım sokağı, yaptığım yaramazlıkları bile hatırlıyorum. Ama o günlere dönemem artık. Her şey bitti. Sanki güzel bir film seyrediyorum ve artık “son” yazmalı. Çünkü zaman bitti. Biraz sonra yeni bir film başlayacak ama ben seyirciler arasında olamayacağım. Korkuyorum, ölmekten korkuyorum.
Boşalan bardaklar tazelendi. Büyük sessizlik Topal Ali’nin sözleriyle bozuldu.
-Bizlere içelim; yaşamaya, şerefe.
-Bizlere, yaşamaya, şerefe.
O sırada Tordun’un başladığı şarkıya herkes katıldı. Taa eskilerin bir aşk şarkısı idi. Yaşlı adam birden kıpırdadı. Önce mırıltılarla, sonra olanca sesiyle şarkıya devam etti. Birden bir neşe yayıldı meyhaneye. Şarkının bittiği yerden yaşlı adam yeni bir şarkıya başladı. Arada Tosun’a doğru seslendi.
-Sen haklısın galiba. Bugün güzel, bugüne içelim, yaşadığımız bu ana içelim.
Yavaş yavaş sızdı içkiciler. Tahta masaların üzerine yığıldılar. Ertesi gün Topal Ali kaldırdı hepsini, taze çay demledi.
Yaşlı adam hala masasında idi. Ellerini masanın üzeinde kavuşturmuş, başı yan yatmıştı. Dibinde bir yudum kalmış olan rakı bardağı da yanıbaşında. Topal Ali dürttü yaşlı dostunu. Ayılmadı. Bir kere, bir kere daha. Fayda etmedi. Topal Ali’nin yüzü buruştı. Zeynep’ten bu yana böylesine sızlamamıştı içi. Yaşlı adamın gülümseyen yüzüne doğru eğildi. “Niye be, niye”? diye bağırdı. Sonra arkasını dönüp hayretle bakan diğerlerine doğru mırıldandı:
-Son yudumu içememiş.